Ekonomi Notları - 91
Ömer Madra: Bugün, dün konuştuğumuz gibi IMF’ye verilen niyet mektubunun bir okuması, Türkiye-IMF ilişkileri ve Türkiye-AB ilişkileri üzerinde duracağız biraz, değil mi?
Hasan Ersel: Evet. Bu niyet mektubunun “bir okuması” dedim... Çünkü ben niyet mektubunu sadece bir açıdan okuyacağım. İçinde başka bilgiler, noktalar da var. Ama ben mektubun bir yönüne bakacağım. İçinden bazı paragraflar seçip onlara dayanarak, konuyu AB-Türkiye ilişkilerine bağlayacağım.
Metnin ikinci paragrafında diyor ki, “reformlar ile amaç AB ölçütlerine yakınsamaktır”. Bu önemli bir nokta. Mektup, istikrar programının gereklerini sağlamak, ülkede büyümeyi sürekli kılmak gibi amaçların ötesine geçiyor ve reformların gereği olarak AB ölçütlerine varmayı gösteriyor. Böylelikle de IMF ile konuşulan program içinde yapılması öngörülen reformların, AB’ye uyum sağlama süreci için de zorunlu olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
İkinci nokta metnin üçüncü paragrafında yer alıyor. Burada yumuşak bir ifadeyle söylenen özde şu: “%6.5’luk kamu kesimi faiz dışı fazla hedefi tutturulamamış, %6’da kalınmıştır” deniyor. Bu pek önemli gelmeyebilir. Çünkü, sonuçta % 6.5 yerine % 6’ya ulaşılmış. Büyük bir fark değil, bir sene sonra giderilebilir, diye düşünülebilir. Ama 5. paragrafta, “bunun nedeni konsolide bütçe, yani merkezi hükümet bütçesi değil KİT’lerdir” deniyor. Hatırlayacaksınız, geçen sene içinde Ekonomi Notları’nda bu konuya değinmiş ve “bütçe iyi gidiyor fakat KİT’lerle ilgili durum pek iyi gitmiyor galiba, ancak elde rakam olmadığı için fazla bir şey söyleyemiyoruz”, demiştim. Daha doğrusu, demiştik. Ortaya çıkan da bu. Metinde bir başka maddede de, “KİT’lerde fazla istihdamın tasfiyesi hedefi tutturulamamıştır”. Yani KİT’lerde lüzumundan fazla insan var diye bir sonuca varılmıştı. Onlar çıkarılacaktı, ama yapılamamış. Buna karşılık şöyle bir ifade daha var: “Yalnız tüm kamu kesiminde -bu da merkezi hükümet- istihdam indirimi hedeflenenin ötesinde oldu”. Buradan çıkan sonuç KİT’lerde aşılması gereken bir sorunun olduğu... Bu da öyle basit bir olay değil. İstihdamı azaltmaktan söz ettiğimiz zaman yapılacak olan “10 kişi var, 3’ünü atalım” biçiminde gerçekleştirilemez. KİT’lerin yeniden yapılandırılmasını gerektirir.
Şimdi sorulması gereken soru şu: Bütçe içinde yer alan kamu kesiminde bir şeyler yapılabiliyor da, KİT’lerde niye yapılamıyor? Herhalde bu teknik bilgi eksikliğinden olamaz... Demek ki siyasal bir olay.
ÖM: Çelişkili bir ifade var gibi gözüküyor, yani kamu alanında yaptık ama KİT’lerde yapamadık.
HE: Bunun arkasına bakmak lazım, Türkiye’de kamu kesiminin yatırımcı, iş sağlayıcı kolu KİT’lerdir. Bütçeden o yapılan yatırımlar o kadar önemli değildir. Dolayısıyla siyasi araç olarak kullanılabilecek olan harcamalar KİT’lerin bilançolarında görünür. Siyasi araç dediğiniz zaman kötü anlamda değil, “iktisat siyaseti yapmak için gerekli araç” anlamında söylüyorum. Bu nedenle de KİT’lerde değişiklik yapmak zordur. Buralarda yeniden yapılandırma, mutlaka siyasal düşünme ve eylem biçiminin de yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Özellikle de günlük siyasetin KİT’ler üzerinden yapılmaması gereğinin benimsenmesini zorunlu kılar. Bu da çok önemli bir nokta.
Niyet mektubunda önümüzdeki dönemde reformlar bağlamında neler konusunda söylenenlere bakalım:
İlk söylenen, KİT’lerdeki istihdam fazlası sorununun çözüleceğidir. Demek ki KİT’ler ile ilgili bir reform çalışması yapılacak. İkinci nokta “saydamlık”.. Bütçe dışı fonların tasfiye edilecek, bütçe dışı fazla bilgileri aylık temelde verilecek. Daha önce bu faiz dışı fazla bilgilerini aylık bazda alamıyorduk. Ayrıca KİT’lerin mâli durumlarına ilişkin 3 aylık bilgiler kamuoyuna açıklanacak. Oysa şimdiye kadar KİT’lere ilişkin bilgiler yılda bir açıklanıyordu. İstanbul borsasına kayıtlı şirketlerin üç aylık mâli bilgileri açıkladığı göz önüne alındığında, bu uygulama ile KİT’lerin saydamlığı halka açık şirketler düzeyine çıkarmış olacak. Bu son derece önemli... Bu yola gidildiği zaman bütçe dışı kamu kesimindeki hareketleri yakından görebilmiş olacağız.
Üçüncü konu kamuda yönetişim (governance; yönetim de deniliyor ama ‘management’ ile karıştığı için ben benimseyemedim) üzerinde duruluyor ve “KİT’lerin yönetişim stratejisi üzerinde duracağız” deniyor. “Denetim ve hesap verilebilirlik konusunu gündeme getireceğiz, bunun için bir komite kurulacak” deniyor. Burada vurgulamak istediğim nokta, reform denildiğinde bir leitmotiv gibi KİT’lere gönderme yapılıyor olması... Anlaşılıyor ki, KİT sorunun basit bir düzenlemenin ötesinde geçtiği, siyasal sonuçları olduğu fark edilmiş.
Dördüncü nokta doğrudan kamu yönetimi ile ilgili... “Kamu yönetiminde bir çerçeve kurulacak” ve “kamu mâli yönetimi ve denetimi yasası geçecek” deniyor.
Böyle bakınca bunları memnuniyetle karşılamak gerektiğini düşünüyorum. Bunların doğru yönde atılmış adımlar olduğu açık. Ama bu olayın bir görünümü. İşin bir başka yönü daha var. Tüm bunlar Türkiye’nin yürüttüğü iktisat politikasının saygın temellere dayanacağı, Türkiye’de siyasetin yürütülüş biçiminin eskisinden farklı olacağı bir altyapıyı kurmaya yönelik önlemler.
ÖM: Tamamen öyle, yani reformları tamamlayarak demokratik bir ortamın sağlanması amacına yönelik.
HE: Böyle bakınca hükümetin yaptığı da iktisat politikasının saygınlığını artırıcı önlemler almak oluyor ve bunlara da çok önem veriyor. Demek ki saygınlık artırmaya ihtiyacı var!... Demek ki bir saygınlık açığı var!... Türkiye bugünkü durumunda yürümeye kalkıştığında iktisat siyasetinde arzu ettiği saygınlığı sağlayamayacak. Bunun pratikteki karşılığı nedir? Uluslararası piyasalar, yabancı sermaye Türkiye’ye kuşkulu bakmaya devam edecek, daha az yatırım yapacak ve/veya Türkiye’nin borç temin ederken ödediği faizler yüksek olacak.
Tabii bu tür kararların alınması, uygulanması, uygulama sonucunun olumlu olduğunun anlaşılması vakit alır. Peki o arada Türkiye’nin işleri yolunda götürdüğünü dünyaya aktarabilmede bir aracıya ihtiyacı yok mu? Kanımca var... Bu nedenle de Türkiye’deki hükümetin IMF ile olan ilişkileri sürdürmeye devam etmeyi isteyeceğini tahmin ediyorum. Bugünkü biçimde (stand-by) sürdürmesi şart değil, gerekli de değil... Fakat devam edecek.
IMF açısından olaya baktığım zaman konu bana çok basit geliyor... Siz birisine 20 milyar dolar borç verirseniz onu takip edersiniz; ne yapıyor, ne ediyor diye... Bunda tartışacak bir şey yok.
ÖM: Evet, “IMF gitsin başka türden ilişkilere geçelim” demek en azından IMF açısından bakıldığında mümkün görünmüyor, çünkü 20 milyar dolar borç veren gitmez.
HE: Tabii, ama dediğim gibi ilişkinin biçimi değişebilir. Hükümeti daha tatmin edici bir yol bulunabilir... Ama benim altını çizmek istediğim nokta şu: IMF gitmez ama hükümet de bu anlattığım çerçevede reformları gerçekleştirmek istiyorsa ve bunların da vakit alacağını biliyorsa, IMF’nin gitmemesini ister. Çünkü o, hiç olmazsa ara dönemde IMF raporları ile Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu saygınlığı sağlamasında yardımcı olur.
Özetle “IMF’li mi IMF’siz mi devam edilsin?” sorusunun pek de anlamı yok. Cevabı açık... IMF’li olacağı açık da, IMF ile şöyle mi olacak, böyle mi olacak tartışılabilir. O da teknik bir konu... Çözülür.
ÖM: Evet, o biçim meselesi.
HE: İşin içerisinde artık AB normları çok temel bir noktaya oturmuş durumda.
ÖM: Peki bu AB normlarına yakın düşmek, onları tutma hedefini koymalarını nasıl değerlendiriyorsun?
HE: Bence hükümetin en önem verdiği konu bu... Hükümet AB meselesini ciddiye almış durumda. Geçen senenin ortasından itibaren bu tema güçlenmeye başladı, bu metinde de somutlaşmış durumda. Hükümet AB’ye üyelik sürecinin bu tür reformları gerçekleştirmeden işlemeyeceğini yavaş yavaş kestirmiş durumda. Hemen ekleyeyim AB normlarını kabul etmekle Avrupa’ya gelecek yıl girmek aynı şey değil tabiatıyla...
ÖM: Hah, ben de tam onu söylemek istemiştim.
HE: Bunun onunla alakası yok. Yalnız o normlar kabul edilmediği takdirde ilişkilerin makul düzeyde seyri ve gelişmesi de mümkün olmayacak. Türkiye’nin de kendini AB’ye göre uyarlaması gerekli. Tabii hükümet açısından başarı, makul bir görüşme tarihi almaktır. O ayrı bir konu... Ama bunun için bile reform niyetinin hem açıkça belirtilmesi hem de uygun davranışlarda bulunulması lazım. Aksi halde AB niye inansın ki? “Siz iyi şeyler yapacağım diyorsunuz. Zaten hiç bir ülke tersini söylememiştir ki... Önemli olan yapmaktır” der ve durur...
ÖM: İktisadi açıdan tam da böyle; yani AB’ye tam üyelikle bu normları tutturmak için mücadele etmek, bu yönde hareket etmek ayrı şeyler, ama aynı zamanda siyasete de ufak bir gönderme yapacak olursak, aynı şey orada da geçerli; bütün bu Kopenhag kriterleri denen temel hak ve özgürlüklerin korunması da öyle, dolayısıyla da bu DEP kararı da mesela çok olumsuz yönde etkileyebilecek bir konu. Ama bu AB’ye girmeyi olumsuz etkilemesi bir yana, zaten Türkiye’nin genel demokratik yapılanması, ilerlemesi açısından da sakatlık yaratan bir durum.
HE: Öyle. Zaten düşünmek için kafamızda ikiye ayırıyoruz bu kriterleri. Kopenhag siyasal kriterleri, iktisadi kriterler diye... Yoksa bunlar bir bütün oluşturuyor, tümü başarıldığı zaman olacak bir iş olarak bakılması gerekiyor. Bir de unutmamak gerekir ki, iktisadi yaşamda siyasetin tabii rolü var, orada işler ters giderse burada KİT’lerde istihdam dengesi kuruldu diye Türkiye’nin uluslararası piyasalardaki saygınlığı artmaz.
ÖM: Peki IMF’ye niyet mektubu ile ilgili olarak bunların dışında söylemek istediğin bir şey var mı?
HE: Niyet mektubu bunun dışında, bilinmeyen ya da beklenmeyen bir şeyleri bence içermiyor. Tartışılan bir konu var ona kısaca değineyim: Niye bu dış ticaret açığı büyümesine o kadar yer verilmiyor? Bence sorun ne kadar yer verilip verilmediğinde değil, olayın farkında olmak önemli... Kanımca taraflar olayın farkında görünüyorlar... Bu sene de bu yüksek açık verilebileceği baştan da söylendi, bunun finanse edilebilir olduğu da söylendi. Öte yandan bazı konuşmacıların söylediği “çabuk bir şey yapıp bunu kapatalım” diye bir çözüm yolu gözükmüyor ortalıkta.
İşin özü, dış ticaret açığının nedenini iyi kavramak ve iktisat politikasını dış ticaret açığındaki büyümeye rağmen cari açığı makul düzeyde tutacak biçimde yürütmektir. Ama bunu yapmanın mekanik bir yolu yok. Bazı kolaycıların söylediği gibi, “döviz kurunu değiştiriverelim, işler tıkır tıkır yerine gelsin”, diye bir çözüm yok... O açıdan da yapısal çözümlerle ekonomide yeni bir denge arayışını daha sağlıklı görüyorum.
(22 Nisan 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)